18 Aralık 2008 Perşembe

ALTIN BUZAĞI



Bugünkü mesaim de bitti ve ben evimin yolundayım her akşam olduğu gibi. Gökyüzüne bakıyorum… Günler birbiri ardına geçiyor, ömür yolumuzda koşar adımlarla yürüyoruz.. Yolu bitirmek üzereyizdir belki! Etrafımdaki insanlara bakıyorum, hepsi çeşit çeşit.. Aynı finalin koşucularıyız hepimiz. Ama sanki herkes ölüm ve ahiret gerçeğini birbirinden gizliyor gibi. Derin bir unutuş sarmış bizleri…

Yol kenarındaki dükkanlardan birine ilişiyor gözüm. Kuyumcu dükkanı! Vitrininde göz alıcı bir sürü altınları var.. Altınlar… Toprak altındaki sarı maden. Altınlar… Bu dünyanın pek değerli nimetleri..

“Benim hayat toprağımın altında hangi maden var?” diye düşünüyorum..Yani yaşamımda en çok değer verdiğim şeyler ve bana en faydası olacak şeyler.. Öncelediklerim ve önceliklerim neler mesela? Ve ertelediklerim… Önce bunlar olmalı dediğim şeylerin, beni Yaratanın katında ne anlama geldiğini ve ertelediklerimin de ne gibi olumsuz sonuçları doğuracağını sorguluyorum içimde. İç alemimde bir mahkeme esintisi yaşanıyor. Aklım, kalbim ve ruhum ise davacı koltuğuna oturtulmuş; iradem davalı olarak savunmasını yapıyor:

‘‘Ey bünyesinde yer aldığımız falanca kişi!
Sen karşına çıkan olaylar karşısında tercihlerini nasıl yapıyorsun?
Maddi anlamda zarar göreceğin bir konuda, Hak uğruna Allah adına karar verebiliyor musun?
Makamını kaybetmek uğruna bir mazlumun hakkını koruyarak, şerefi pek yüksek manevi makamlara yolculuk edebiliyor musun?
Yoksa hırslarınla işbirliği içinde olup mazlumların üzerine basıp yükselme peşinde misin?
Sana verilen geçici cazibeyi haram yolda kullanıp insanların üzerine ipler takarak onları şeytanın yolunda mı oynatıyorsun?
Helale haram katarak dünyevi kazancını düşünen fakat ahiret nimetlerini elinin tersiyle itenlerden misin?
Biraz daha rahat yaşamak için leş kargalarının esiri mi oluyorsun?...’’

Sorular birbiri ardına dönüyor içimdeki mahkemede…

Hz.Musa’nın hayat kıssalarından biri geliyor aklıma.
Ümmetini kısa bir süre bırakıp yanlarına geri döndüğünde onları buzağıya tapar bulmuştu.
Bizler de böylesi buzağılar edinmemiş miyiz kendimize?
Son model arabamız, hisse senetlerimiz, banka hesaplarımız, oturduğumuz koltuk, şöhret, çocuklarmız, eşimiz, işimiz, havadar onbirler, renkli karakutular, tek taşlar, çok taşlar, yiyebilen kürkler, deverandaki ganyanlar, akşamki sezon finali ve daha bir çoğu hayatımızın neresinde..
İbadet etmeye vesile mi oluyorlar, yoksa onları tanrı mı ediniyoruz kendimize?
Hepsi altın buzağı makamına geçip hayatımızın amacı olmuşlar sanki..
Anlaşılan, varlığımızdaki değerli düşünce piramitlerini ters çevirmiş ve en önemlilerini en alta geçirmişiz..

Biri 24 saatimizi kaydedip bize gösterse...
Nasıl yaşadığımızı, neleri dert edindiğimizi, neye öncelik verdiğimizi o kayıtlarda daha net izleyeceğiz ve dertlerimiz olarak kabul ettiklerimizin, sonsuza taşınan çok değerli hayat yolunda küçücük bir kıymık parçası olduğunu esef ve hayretle göreceğiz.
Bir ilahi uyarı da bizleri dikkatli ve özenli yaşamaya davet ediyor:

"Her nefis öncelediklerini ve ertelediklerini bilip öğrenmiştir."
İnfitar Suresi-5

Yürüdüğüm yol bitti ve evimin kapısındayım şimdi.
Yol boyunca yapmış olduğum düşünce jimnastiğinde kendime son söz olarak şunu söylüyorum:

Hatırlanmaya değer olanı unutmak, unutulması gerekenleri hatırda tutmak. Öncelediklerimizin değersizliği karşısında ertelediklerimizin muazzam önemi.

Önceliklerimi bir an önce, ertelemeden muhasebe edip benden istendiği şekle getirebilmeliyim…
Henüz yaşıyorken, vakit varken!

Muhabbet ve hürmetlerimle...GÜNEDOĞAN


14 Ekim 2008 Salı

ŞÜKRÜN TILSIMI



Bir gün mutfağa girdim.
Ocağın üzerindeki yemeklere baktım.
Hepsi ayrı şekilde ve ayrı renkteydi.
Fakat onların ortaya çıkmasının öncelikli nedeni bu değildi,
‘içlerinde bulunan tatlardı’...
Yoksa, yenilmeyecek tatsızlıkta olan ve bunun yanı sıra gayet güzel görünümlü bir yemeği kim tüketebilir afiyetle?
Afiyet dediğim an aklıma şükür kökünden icad edilen teşekkür geliyor.
Şükür, şükür, şükür..
Mükemmel görünümlü hayat yemeğinin damakta kalacak bir tad güzelliği.
Okuduğum kitaplardaki o hakiki sözler bulunduğum ortamdaki hava zerrelerini dolduruyorlar.
Evet ne deniliyordu hakikatın anlatıldığı kitaplarda.
‘Şükür kainatın anahtarı’.
Nimeti ziyadelestiren bir tılsım.

Rabbimiz kainatı yarattı..
İçine önce bitkileri yerleştirdi sonra hayvanları ve cinleri ve melekleri…
Fakat yaratılışın esrarengiz yolculuğu henüz bitmemişti.
Duraklar yolcu bekliyordu dünya kervanında.
Ve nihayetinde en özel varlık adımını attı..
Yarattı Yaradan insanı, Kendisine en güzel kulluğu etsin diye.
Bir de zorluklar sundu ki, bunları da yenip başarıya koşsun diye.
Yemeğin tadı tuzu onun özü ise, kulluktaki özün de şükür ve dua olduğunu bildirdi bizlere.
Sonra işleyiş düzenli olsun diye sebepler yarattı.
Buluta gizledi, sevgisindeki yağmurunu.
Ateşe gizledi, gücünün yakıcılığını.
Gün geldi, elinde kudreti olmayan sebeplere insanoğlu teşekkür üzerine teşekkür etti.
Gerçek Yaratıcı ise sebep perdesinin arkasında sabırla bekledi.

Bizim bile olmayan verilmiş emanetleri, O’na şükür ve ibadet köprüsü kurmak için mükellefiz.
Evet biz bize verilmiş emanetler için bir bedel ödemedik ve bedel ödeyecek bir zenginliğimiz bir mülkümüz de yok. Herşey O’nun. Borcu ödeyebilecek bir gücümüz bile yokken bize; “Gel kulum sen borçlu olduğunu kabul et, senin borcunu sileyim, üzerine sana sonsuz bir saadet vereyim.” diyor merhametlilerin en merhametlisi.
O, biz yokken bizi var etti. Bizim onu çağıracak dilimiz, idrak edecek aklımız yokken O bizi çağırdı, ve Kendisine ulaşmamızın yollarını gösterdi.
Biz onu düşünemezken o bizi düşündü, işte her ihtiyacımız karşılanıyor en mükemmel şekilde.
Bilim dünyası her asırda O’nun yaratışındaki nadide güzelliklerini ve ince programlamasını gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor.
Ve insan okudukça, kendisine verilen değeri bir kez daha bir kez daha görüyor nemli gözlerle.
Öğrendiklerimiz elimizdeki nimeti gösterdi ki, her bir organımız dünya servetlerine bedel oldu bizim için.
Örneğin; gözümüzü bir bedel karşılığında almak isteseler bedelini hiç düşünmeden rakamları aklımıza bile getirmeden anında reddederiz!..

Bununla birlikte, doğduğu günden itibaren yürüyemeyen bir çocuğun zengin babası küçücük bir yürütebilmek ümidi için tüm servetini dökmez mi? Demek verilmiş azalarımız, sistemlerimiz bu dünya değerleri ile ölçülemeyecek kadar değerli!
Ve sağlıklı geçirdiğimiz her an tüm azalarımız için yemeğin güzel tadı gibi teşekkürü yani şükrü gerektiyor.

Şükür ise bir çeşit dua…
‘Verdiklerin gerçekten çok güzel Allah’ım ve ben sana minnetarım’ demek duası.
Dua ise bir insanın diğer insanlarla konuşmak ihtiyacı kadar lazım.
Öyle ki, dua etmek hem kulluğumuzun yerine getirilmesini hem de rahmet hazinelerinin insana daha daha verilmesini sağlıyor.
Yaratılış hikmetimiz bitki ve hayvanlardan ayrı..
Her şeyiyle isimlerini ve sıfatlarını açıkça gösteren Yüce bir Sanatkara inanmak, iman etmek ve sonra dua tadında lezzetli bir hayat yemeği yemek...
O halde verilmiş ve verilecek nimetlere şükür; kulluğumuzun bir gereği ve bizleri insan eden hakikattır.

“ Bol bol nimetler veren Yüce Rabbim!
Dünyada dost ve düşman ayırdetmeden bütün mahlukatı rızıklandıran Rahman!
Bütün noksan sıfatlardan münezzehsin…
Bizi Sana layıkıyla şükredebilen Şakir kullarından eyle, tablacıların ardındaki perdeyi geçip sana
şükredebilme basîretini bizlere de bahşeyle. ”

İşte bir düşünmek nimeti bu defa mutfakta filizlendi.
Ocağın üzerindeki yemekler kainatın yaratılışına götürdü ve şükretmem için geri getirdi.
Her şey tekelinde olan Allah’a verdiği her türlü maddi ve manevi sunumları için şükürler ediyor ve eşime de bu güzel yemeklere vesile olduğu için teşekkür ediyorum…


Muhabbet ve hürmetlerimle... GÜNEDOĞAN

26 Ağustos 2008 Salı

SON PERDE


Tiyatro izlemeyi seviyorum.
Güzel bir oyunun sahneleneceğini duydum
ve sevinç içinde tiyatronun yolunu tuttum.
Koltuğuma da bir güzel yerleştim.
Heyecan içerisinde oyunu bekliyorum.

Fakat oyun henüz başlamadı, perdeler hala kapalı..
Tiyatrodaki ailelere ve çocuklara sevgiyle göz gezdirdikten sonra,
yüzümdeki tebessümle bordo perdelere daldırdım bakışlarımı.
Bu perdeler bana dünyadan sonraki gerçek hayatı düşündürdü!
Düşündüm, düşündüm.. ve derin bir okyanusa açıldı fikirlerim.
Tebessümüm yavaş yavaş söndü..
İçimde ve dışımda bir şeyleri ciddiye almam gerektiğinin
kırmızı ışıklı sinyalleri yanıyordu.
Kendi yaşayışımı, ölümü, dünyanın bir oyun ve eğlence olduğunu ve yine ölümü düşündüm.. Kadifeden yapılmış bordo perdede..

Gözlerim perdede sabit kaldı, fikirlerimse yeryüzünü ziyarete başladı.
Gezdim ve çoğu yerinde gördüm ki;
Yanlışlar doğru, doğrular yanlış gibi algılanmış.
Hakikatler unutulmuş..
Başlar ayak, ayaklar baş olmuş,
Baştaki akıllar yürütülüp, ayaktaki adımlar çürütülmüş.

Gerçeklere kara bir örtü çekilmiş,
Siyahî bir maske yüzlerin vestiyerine asılmış.
Çoğu şey tersine dönmüş.
Olması gerektiğinin dışına çıkmış..

Bordo perdeye çivilediğim gözlerimi içime çevirdim bu defa.
Duygularıma baktım, gördüm ki karmakarışık.
Aklıma çıktım, buhranlarla bunaldığını gördüm.

Zamanın Bediü olan Said Nursî’nin öğrettiği gibi
Şu soruları sordum kendime ve ruhumla tüm insanlara;
Nereden geldin..
Nereye gidiyorsun..
Necisin..?

Hayatımızın son bordo perdesi hala açılmadı.
Fakat ben de dahil herkes biliyor ki;
Perdeler açılacak, oyun oynanacak, roller yerine getirilecek,
Kimi oyuncu takdir kimisi de ağır eleştiriler alacak.

Hayatımız bir sahne,
oynuyoruz perde perde,
ve bir gün oyunumuz bittiğinde,
yine açılacak fakat adı olacak o zaman onun ‘son perde’.

Sahne değişiyor, dekor değişiyor, oyuncular değişiyor.
Peki ya senaryo?..

Her şey değişse de senaryonun iki ana teması hiç değişmiyor..
Özünde aynı oyunlar sahneleniyor.
Beyaz ve siyah, İyi ve kötü...
Melek ve şeytan, Ying yang...

Her birimiz, oyunumuzun senaristiyiz aynı zamanda.
Yazıyoruz, çiziyoruz, ‘seçiyoruz’ renk tonumuzu..
Ve sonra oynuyoruz niyetlerimizi, isteklerimizi ve irademizi.

Bizden hemen önce son perdeyi oynayan oyuncular,
şimdi kuliste bekleme odasında.
Kimisi alacakları takdirler için kimisi de eleştiriler ya da cezalar için bekliyor.

Sahne önündeyse izleyiciler, şahitler, eleştirmenler..
Sahne ardındaysa suflörler..

Bakıyorsun ki hepsi bir oyun..
Oynanmış ve perdesi kapanmış.

Bordo perdede hayalen okuyorum ki bana bir mesaj var:

Sen de kendi hayat tiyatrondasın.
Senaryonu iyi ya da kötü niyet mürekkepli kaleminle yazıyor,
oyuncularını belirliyor, hayatına dahil ediyor, istediğini çıkarıyor
ve oyununu kendi arzuna göre oynuyorsun.

Bir gün senin de son perden olacak,
Sen de kabir kulisine çekilecek ve bekleyeceksin.

Yüzündeki tebessüm çiçeğinin daima sevgiyle kokması için,
Seni çok seven Biricik Sahibinin, iyiliğin için belirlemiş olduğu
sahne oyunlarını ve kurallarını tercih etmelisin..
ki; sevgiye ve Sevgili’nin aşk dolu cennetine dahil olasın.. ‘’

Işıklar söndü, ruhum da koltuktaki bedenime döndü..
Açılıyor bordo perde..
Başlıyor tiyatro, bitmek için..

Muhabbet ve hürmetlerimle...GÜNEDOĞAN

18 Haziran 2008 Çarşamba

DUÂNIN SESİ



“Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?”

Ah! Nasıl da keskin bir yöneliş çağrısı..

Yalnızca duâ ile yönelir kalpler, mutlak kudret sahibine.
Sözlü dua, kalbî dua, fiilî dua..
İstemek; dua..
İstememek de; dua..
Demek ki bize şekil veren bir istek kalıbıdır dua..
Neyi istiyorsak ona bürünüyoruz.

İnsan..
İnsan; acz ve fakr içerisinde.
Çok şeyler arzu eder fakat hiçbir şeye gücü yoktur.
Sonsuzluk ister lakin ecelini 1 dakika uzatmaya gücü yoktur.
Güç ister fakat izin gelmeyince su bardağını kaldırmaya gücü yoktur.
Tüm dünyayı ister ama dünyayı döndürmeye, kendisini ölümsüz yapmaya gücü yoktur.
Nimet ister ancak yediğini sindirmeye gücü yoktur.
Ancak O varsa; isteklerimiz ve isteklerimize karşılık bulan nimetler vardır.
Ve O’ndan istemek, isteğimizin kabulünde hem en etkili ve çabuk olanıdır, hem de Büyük bir Hazine’nin sevgisini kazanmak nimetlerin en yücesidir.

Bakalım çevremize..
Ağaçları görüyoruz. Nasıl da duâ ediyorlar hal diliyle, kendilerini yaratana.
Öyle bir duâ ki tüm ihtiyaçları ayaklarına kadar geliyor. O an anlıyoruz, Rabbimiz o kadar kerem sahibi ki…
Bakalım ağlayan bebeğe..
Rabbimiz o bebeğin acizlik duâsı hürmetine, şefkat kahramanı olan annelerin kollarına vermiş kendisini..
Ve tüm ihtiyacı olanlar zamanı gelince içeriği değiştirilerek veriliyor süt pınarlarından.

Sebepler O’nun hikmet elinde dönüyor..
Öyleyse isteyeceksek O’ndan istemeli değil miyiz?
Yüreğinin ellerini açıp, Sema’nın ve Yedi göğün sahibinden iste..
Kalbini aç bu güzelim dua oksijenine.
Yeter ki istemesini bilelim, edeb içerisinde boynumuz bükük bir şekilde..
Kendisi diyor ki; “Kulum sen iste. Yeter ki iste”.
Ezel ve Ebed Sultanı’nın huzurunda olduğunu unutmadan iste.

Duâ bir yakarıştır, duâ bir edep, duâ kulluğunu itiraftır, duâ ona ulaşmak, duâ acziyetin sesi.
Duâ sebeplerin sustuğu an, duâ ubudiyet, duâ sığınmaktır, duâ kainatın sırlarının çözülmesi, duâ sevinçlerin süsü, duâ sabrın jeneratörü, duâ hayatın anlamıdır.
Öyleyse duâmız var ise bir değeri var hayatımızın ve varlığımızın.

Asıl Sahibimiz olan Rabbimizden isteyebilmek ne güzel bir nimet.
Niceleri var isteyemiyorlar. İsteyebiliyorsak eğer, hala kalbimizde bir ışık var demek ki.
O halde gelin duâ edelim. Rabbimiz bu ışığı ya da kıvılcımı bir yangına çevirsin.
İnsanlık duâya muhtaç gelin duâ edelim, duâ edemeyenlerin edebileceği günlere.

Görüyor ve biliyoruz ki biz insanlar; zayıf, aciz ve fakiriz..
Dönelim mi Rabbimize?
O; duâları geri çevirmez, söz vermiştir bir kez ‘Ben kulumu kapımdan geri çevirmem’ diye.
Bizim için hayırlı olanları ölçer, biçer ve öyle takdim eder bize duamızın meyvesini.

Ey duâları da Yaratan ve rahmetiyle kabul eden Yüce Sultan!
Sen duâlarımızı duâ-i müstecab eyle. Bizleri duâsız, dualarımızı meyvesiz, meyvelerimizi ölümlü bırakma.
Sana duâ edemeyeceğimiz bir gün gösterme.Bizi dua insanı eyle..
Her şeyiyle tüm insanlığa dua eden kudsîlerin arasına dahil eyle bizleri de.

Duâsız kalmamak ve duâlarınızda yer almak ümidi ve temennisiyle…

Muhabbet ve hürmetlerimle... GÜNEDOĞAN

1 Haziran 2008 Pazar

BÜYÜK BULUŞMA


Randevularımız, buluşmalarımız.
Hayatımız boyunca kimlerle, nerelerde, ne amaçla buluşuyoruz?
Belki ömrümüz boyunca binlerce kez randevulaşıp buluşuyoruz..
Her sabah işe gidiyoruz, çünkü randevumuz var çalışmak için,
Evimize geliyoruz, ailemizle olan randevumuz gereğince.
Okula, doktora, sevdiğimize, çocuğumuza, dostumuza, sınavımıza, davete, sohbete...
Hep bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz.
Bazı randevular bizi heyecanlandırıyor, bazıları sıkıntı veriyor, bazılarıysa mutlu ediyor.
Mesela, en sevdiğimiz dostumuz bizi bekliyorsa, randevusuna geç kalmamak için ne kadar tatlı bir telaş içine giriyoruz..
Sabahlarıysa iş randevumuza yetişmek için azami gayret gösteriyoruz.
Ya sevgilimizse bizi bekleyen..işte o zaman buluşma anı gelmek bilmiyor heyecan içinde..
Sevgili dostlar, iş randevularımızda iş bağlantıları kuruyor, dostumuzla buluştuğumuzda muhabbetimizi pekiştiriyor, içimizi rahatlatıyor ve sevdiğimiz kişiyle bir araya geldiğimizdeyse kendisine gönlümüzü açıyor gönülden konuşuyoruz öyle değil mi..?
Bu güzel bağların kopmaması için sürekli bir deveran yapıyoruz..

Bir de şunu düşünelim..
Biri bizi davet ediyor yanına ama diğerlerinden farklı, bambaşka..
Sevgiyi Yaratan ve yanı başımıza sevdiklerimizi yerleştiren biri..
Sevgililerin Sevgilisi..
Evet, bizi davet eden sevgilerin ve sevgililerin sahibi..
Ne dersiniz, bu randevu ihmal edilir mi..?
Nefsimizin merdivenlerden kalbimize inip bir soralım..
Aynaya yüzümüze bakıp düşünelim..sorgulayalım..
Bizi ‘yoktan’ var edeni hatırımıza getirelim..

Şimdi en sevgilinin davetini hissetmeye çalışarak düşünelim..
Yaratmadaki sevgisini ve gücünü gözlemlediğimizde,
şöyle buyurduğunu yüreğimizle hissedip duyabiliriz.

Ey kulum! Biliyorsun ki seni ben yarattım.
Öyleyse; senin yararın için belirlediğim vakitlerde huzuruma gel, aç kalbini bana.
Sabahın alacakaranlığında her yer sessizken kalbinle baş başa kaldığın zaman bana gel.
Seni her zamanki gibi dinleyeyim, dertlerine derman sunayım, ruhunu genişleteyim, işlerini kolaylaştırayım, gününü bereketlendireyim.

Bu sabah kalbini ve ruhunu bana yönelmekle şarj ettin ancak öğle vaktinde yine bekliyorum.
Haydi, günün ortasında gel sıyrıl hayatın içinden 10 dakikalığına da olsa bana yönel beni hatırla. Hatırla ki; ruhen, kalben ve fikren güzelleş..

Seni benden uzaklaştırmaya çalışan tüm engelleri aşıp ikindi vakti huzuruma gelmeni istiyorum. Günün hızlı akmaya devam ettiği anda, tüm dünyanın senin üzerine geldiği anda gel bir hoşluk oluşturalım zamanın içinde.
Fayda vermeyecek olan kişi ve nesnelere karşı yaptığın kulluğu bırak lütfen, güzelim başını layık olduğu yere, secdeye koy.. koy ki ben senin kalbine doğayım, karanlıklarını aydınlatayım, karalıklarını aklayayım..

Sabah verdiğim gün nimeti bitiyor işte..
Görüyorsun ki her yer karanlığa gömülüyor, günün yorgunluğu yüzünden okunuyor.
Her şey kararırken, herkes yorgunken huzuruma var dünyan aydınlansın, enerjin eksilmesin.
Baki isimlerimle kalıcı bir hayata hazırlayayım seni.

Bak, gecenin derinliği başlamak üzere..
İnsanlar yatıp dinlenmek için hazırlık yapıyorlar.
Gün boyunca insanlara davetimi duyurdum..
Sen de duydun..
Ve rahmetimin yamacına geldin..Ruhunu dinlendirdin, kalbini besledin.

Ey kulum! Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim..
Öyle ki hazinemi her yana yaydım.. ve belli vakitlerde daha da ziyadeleştirdim.
Rabbinin hazinesinden gönlüne rahmet elmasları aksın ister misin?.
Gecenin ortasında hayat durmuş gibi her yer sessiz, insanlık uykuda, karanlık her yeri sarmış, sen benim için sıcak yatağını terk edip gelsen ben senin için neler hazır etmem kulum?
Sen benim rızam için uykunu bölsen o kalbindeki saray dünya zelzeleleri ile hiç yıkılabilir mi?
Hem kulum bana bir adım yaklaşırsa ben ona koşarım diye söz verdim.
Gel ey kulum, gel. Randevumuz var seninle. Sen unutsan da unutmasan da beni, bil ki ey kulum ben hiç unutmam seni.
Büyük buluşmamız gelmeden önce, küçük buluşmalarımız olsun..
Olsun ki birbirimizi daha iyi tanıyalım, sevelim ve sevilelim..

Ve büyük buluşma günü gelip ruhunu bedenden aldığımda, imam O’nun rızası için meyyit niyetine diyecek. Namazın kılınacak. Bu sefer de dostların senin için buluşacaklar. Senin büyük buluşmanda hazır olacaklar. Sen bana yakınlığın oranında huzur içinde olacaksın.

Bu çağrılardan sonra, yine dönelim yaşantımıza.
Dünya hayatında küçük randevularımıza verdiğimiz ehemmiyeti düşünelim
Ve bizi var eden Rabbimizin randevularına ne kadar değer verdiğimizi muhasebe edelim!
Hiç ümitsizliğe kapılmayalım. Bilanço ne olursa olsun O bizi hala bekliyor..
Hiç de uzakta değil. Hemen evimizin bir odasında bulunan seccadeden Mir’ac’a çıkan bir yol var. İki vesait değil hemen birkaç adım ötemizde.
Ah, mavi renkli seccadem.Sırlarıma aşina dostum..Arş’ın sahibine götürür müsün beni..
Affın ve mağfiretin Sultan’ıyla buluşmamıza az kaldı.
Belki bir kaç dakika ötede. Yahut ötelerden önce, kalbimizde..

Muhabbet ve hürmetlerimle... GÜNEDOĞAN

14 Mayıs 2008 Çarşamba

ZAMAN MUHAKEMESİ


Hayat devam ediyor, ölüm hiç gelmeyecekmiş gibi..
Gelip de, bağlı olduğumuz mal, para, şöhret, güzellik ve nefis urganlarını kesmeyecekmiş gibi..
Sanki bu dünyadan ‘yalnız’ gitmeyecekmişizin kalabalıklığında, kalp ve ruhumuz..
Bunca gerçekliğin içinde, yürüdüğümüz ve bitecek olan ‘zaman koridoru’ için muhakeme yapıp düşünmeye vaktimiz yok mu?
Ben; benim için, sen; senin için.. gel biraz-gel bu yaz, düşünelim kardeşim..

Görüyorsun ki zaman nehri akıyor..
Kıymetini bilemediğimiz en büyük nimet olan boş vakit, niye olmasın hoş ve baki vakit?
Evet, zaman akıyor ama kimisi için hüzün dolu kimisi için sevinç,
Peki bizler hesap gününü düşünüp, ödül yada ceza alacağımız gün için neler yapıyor,
zamanımızı nasıl değerlendiriyoruz?
Kim için ne kadar harcıyoruz vaktimizi?
En kıymetli hazinemizi nasıl kullanıyoruz?
Poyrazda mı savruluyor bir avuç toprak gibi yoksa içinde bulunduğumuz günün mihenk taşlarını keşfedip, sonsuz yaşantımıza sonsuz armağan olarak mı gönderiyoruz?

Şimdi sorgulamak zamanı:
-Ne kadarını 3-5 kuruşluk dünya menfaati ve derd-i maişet(geçim derdi) için,
-Ne kadarını havanın peşinden koşanlar için,
-Ne kadarını hipnotizma kutuları için,
-Ne kadarını boş sohbetler için,
-Ne kadarını meşhurların gayr-i meşruları için,
-Ne kadarını kara hayal perdesinin hayaletleri için,
-Ne kadarını şer yuvalarının masalarında maskeli canavarlar için,
-Ne kadarını zaman katillerinin tezgahlarında oyalanarak, kendimizin ve sevdiklerimizin ebedi hayatını hüsran etmek için harcıyoruz?..

Ya da hakikat güneşine kalbimizi yöneltip ne kadarını aydınlatabiliyoruz?
Sorgulamaya devam edelim lütfen..
Ailemize ne kadarını verebiliyoruz kıymetli zamanımızın?
Bir hikayede anlatıldığı gibi; Oğlumuz ya da kızımız bize harçlıklarından saatlik ücretimizi biriktirip ‘Babacığım-anneciğim 1 saatinizi satın alabilir miyim, benimle oynar mısınız ?’’ diyeceği günü mü bekliyoruz?
Yoksa Rabbimizin hesap gününü mü beklemekteyiz?..
Öyleyse bu kelamı duymaya hazır olalım:
-“Kulum senin dünya işlerin için 23 saat müsaade ettim ve senden 1 saatini istedim. Sen bunu da mı bana veremedin?”
Böyle diyeceği gün hangi yüzle duracağız karşısında?

Küçük bir hesap yapalım:
20-30 yıllık bir saadet uğruna 23 saat, Sonsuz Saadet için ve zaten hazır verilmiş olan nimetler ve verilmekte olanların şükrü için sadece ve sadece 1 saat.. tekrar ediyorum 1 saat.
Bu nasıl bir adalet değil mi? Şaşılacak bir şey doğrusu..
Aslında hepimiz biliyoruz ki adalet değil her şeyiyle ‘’rahmet’’..

Gün bitimini düşünelim bir de..
Akşamları yatağımıza girerken huzurlu muyuz mesela?
“Bugün Allah için, seni Yaratan için ne yaptın?” sorusuna her şeyi ALLAH için yapmamız gerekirken, eli boş düşüncelerle mi dalıyoruz uykuya?
Öyle zamanlar oluyor ki, paslanmış, tozlanmış vicdanlarımız hiç sızlamıyor.
Dostumuz bizden yardım istediğinde, ruhunun çırpınışlarını görürken ona yardım etmediğimizde, vaktimizi onun için ayırmadığımızda, o bizden gönül diliyle yardım beklediğini haykırdığında biz bir şeylerin peşinde koşuşturduğumuzda ve ona yardım edemediğimizde bunun hesabını nasıl vereceğiz?
Ve o arkadaşımız için bu durum hayati bir öneme sahip ise..!

Ayrıca, hayatta tanıştığımız binlerce kişi o gün geldiğinde “Bana neden anlatmadın bunları?” diye sorduğunda dünyalar başımıza yıkılmayacak mı, yerin dibine geçmeyecek miyiz Rabbimizin karşısında?
“Ey kulum yaşadın ama anlatmadın, öğrendin ama öğretmedin, ben seni esirgedim ama sen merhamet edip yardım etmedin. Şimdiyse…...”

Kainatın yaratıcısı sebepleri de elinde tutandır. Gücü yetmez mi sebepler dairesine ki; O gün geldiğinde “Sen benim kulum değilsin ve olamazsın.” desin..
O vakit biz ne yaparız?..
Cehennem azabı bile bizim için nimet değil midir? O'nun kulu olamamaktansa; ateşlerde yanıp sonsuza kadar ama onun kulu olabilmek daha şerefli değil midir?

Rabbimiz buyuruyor: “Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat.56)
O halde; bu O’nsuz telaş treni, Hak istasyonuna ulaştırır mı bizleri?

Muhabbet ve hürmetlerimle...

GÜNEDOĞAN

6 Mayıs 2008 Salı

TELEFONUN AŞKI

Tamamlanmamış işler, yapılacak yeni işler…. Ve gelen telefonlar.. yüksek çaba, enerji düşüklüğü ve stres..
İşlerin yoğun ve bitmez telaşı arasında , kalbimin haykırışlarını daha fazla duymamazlıktan gelemezdim..!

Ben yalnızca maddeden oluşan bir varlık değilim ki..
Gıdasını bekleyen kalbim, saf ve duru hale gelmeyi bekleyen bir ruhum var..
Evet evet..Beni sabırla bekleyen namazıma koşup ruh ve kalbimi ihmal
etmemeli, hayat yokuşunda nefessiz kalmamalıyım..
Şükür ki bu vakitte de ahiretime bir nebze de olsa hazırlığımı yapabildim namazımla..
Her namaz bitiminde anlıyorum ki; Yüce yaratıcımıza kalpten rabıtalarımızı kopartmamamız gerekli.. ve bunun içinse ilk yol; NAMAZ..

Nasıl ki birbirini çok seven 2 sevgili her an birlikte olup, her an görüşmek istiyorsa; hatta sevgilisine duyduğu özlemin sona ermesini ve onu her an yanında, kalbinde hissetmek istiyorsa;
İşte öyle de Hakiki Sevgili'ye kavuşma yolu için, O'nu kalbimizde hissetmek, yakınında olmak için günde 5 vakit randevu verilmiş bizlere.
İnsan ruhlar aleminde verdiği sözü unutmuş olarak geldi dünyaya..
Unuttuklarımızı hatırlamak ve yeniden unutuşun karanlık kuyusuna düşmemek için bizim pek çok ihtiyacımız var. Yaratıcımızın emirlerini yerine getirmemize..
Evet insan unutandır, fakat unuttuktan sonra pişman olabilen ve tövbe edebilen bir varlıktır aynı zamanda.

Namaz kılarken kalbimde yaşadığım ayrılık acısıyla aklıma bir örnek geldi..
Cep telefonunun santrale olan büyük aşkına kulak verelim.
Tüm telefonların ulaşmak istediği sevgili, elektrik santralleridir.
Evet, santraller onlar için vazgeçilmez ve aynı zamanda ulaşılması belli şartlara bağlı ma’şuktur.
Santral onların canıdır, kanıdır ..
Ömürleri boyunca santralden faydalanırlar ve hiç bitmesin isterler..
Garip telefon, santralin nasıl olduğunu nasıl işlediğini bilmez, hem yakından da görmemiştir o çok sevdiği ma’şukunu..
Fakat onun varlığını her şarj edilişinde yeniden hisseder tüm varlığıyla..

Telefonun elektriğe bağlanmasıyla, sevgilisine kavuşmuş mecnun gibidir adeta .
Suya hasretliğinden çatlamış bir toprağın, yağmura kavuşup sevinç kokusunu etrafa yayması gibi.
Telefon da böylesi bir canlılık gösterir. Ekranı parlar, içeriğindekileri tek tek sunar tüm netliğiyle..
Elektriğe bağlandığı an mutluluktan ekranında küçük şekilcikler hareket etmeye başlar, şarj oluyorum gıdamı alıyorum diye.
İşte o an cep telefonunun en güçlü anıdır..
Hem çekim gücü için yeterli elektriğe kavuşmuştur hem de daha güçlü çalışmaya başlamıştır..
Sevgilisine kavuşması , bağlantılarının gerçekleşmesi ile görevini yerine getirebilir haldedir..
Cep telefonu aşık olduğu elektrik ile iç içedir ve sevincini tüm benliğinde yaşamaktadır..

Peki telefon şarj edilmezse ne olur?..
Görevini yerine getiremez, üzülür, kırılır, kalbi acır ve gücü tükenir, tükenir, tükenir…
Zayıflamaya başlar, önce ekran parlaklığı azalır sonra da tuş takımının ışıkları kapanır artık.
Bir süre sonra da çekim zayıflar ve sonunda sevgilisine kavuşamamış olmanın verdiği ızdırap ile
kahrolur ve kapanır.
Artık cep telefonu bitmiştir, yapması gereken görevini yapamaz hale gelmiş..bir nevi büyük bir felç geçirmiştir insanlar gibi..
Telefon bu şekilde özensiz ve gıdasız kullanılmaya devam ederse pili daha çabuk ölür, ömrü biter. Uzun ömürlü derler ya, işte onun için geçerli olmaz bu ifade.
Onun güzel kullanımı için kullanım kılavuzu verilmiştir.
Nerede, nasıl işlem yapmamız gerektiğini gösteren bir kılavuz..
Bu kılavuzdaki yönergeleri okuyup uygulamazsak telefonumuzun ömrü kısa olur.
Ve bir diğer konu ; elektrik santralinin telefona ihtiyacı yoktur, telefon olmazsa da santralin bir kaybı yoktur.

Bu hayali örneğin ardından seccadeye dalmış gözlerimi bir süre daha orada tuttum, işleri bir süreliğine unuttum ve düşündüm ki;
Rabbimizin bize ihtiyacı yok..!
Namazlarımıza ise hiç ihtiyacı yok..!
Ama bizim..
Sizin, benim , herkesin..
Kalbimizi bir telefon gibi düşünüp O’na açmaya, rahmetine sevgisine bağlayıp şarj etmeye ihtiyacımız yok mu !?..

Eğer yok diyorsanız bu sonucu da seviyor olmalısınız!
-1400 yıldır insanlık bir asr-ı saadete yani; kardeşçe yaşamaya, düşmanlıkların ve savaşların son bulmasına, dünyanın geçici olduğu ve ötelere hazırlanmak gerektiği bilincine muhtaç ..
-Her haliyle şefkat ve sevgi sunan Efendimizi tanımaya muhtaç..
-Velhasıl insanlık kendisini Yaratan’a yakınlaşmaya ve sonsuzluk saadeti elde etmeye muhtaç..
Dünyamızın genelindeki zulümler.. Sokaklarda yatan sevgiden mahrum insanlar, aç ve açıkta kalan çocuklar ve onların acılı yürekleri..daha nice niceleri..

Ne dersiniz..
Hepimiz O’na muhtaç değil miyiz?..
Santralimize bağlanıp ışıklanmaya, kalbimizi şarj etmeye ve böylelikle yararlı bir insan olmaya..
Öyleyse günün belirlenmiş vakitlerinde prize koşmamız gerekiyor..
Elektrik prizimiz olan namaz ibadeti bizi her türlü kötülükten koruyacaktır.
Dosdoğru olmak yolunda, bizi Yaratanın faydamıza olacak emirlerini yerine getirerek enerji açığımızı doldurmamız gerekiyor.

Sonlu yaşamda SONSUZ sevinçler yaşamak için..

Işığımız parlasın, vicdanımız hareketlensin ve bluetooth’umuz açık kalsın.


Muhabbet ve hürmetlerimle...

GÜNEDOĞAN